İlk Bahar – Wadah Khanfar

2.Baskı: İstanbul,2021

Giriş

  • İnsanlık, küreselleşmeye yani ırk, aşiret, cins ve renklerin ötesindeki bir noktaya doğru ilerlemektedir. (21)
  • İslâm’ın mesajı, insanlık mirasından kopmaksızın önceki semavi mesajların varisi olarak geldi. Çünkü önceki mesajlar da İslâm’ı temsil ediyordu. Tek farkları zaman ve mekânla sınırlı olmalarıydı. (23)
  • …İslâm gelecekte yaşar. Dolayısıyla gelişmesi, bir yandan mevcut zaman dilimiyle sıkı bir irtibat hâlinde bir yandan da yüzü geleceğe dönük olması gerekiyordu. Tam da bu noktada, zamanda yükselen insanî yörüngede İslâm’a itici güç kazandıran eşsiz bir denklem geldi. Bu denklem, dinin temel sabiteleri ve gelişen insan aklı arasında kurgulanmıştı, değişmez naslar ve değişebilen mana arasında inşa edilen sürekli bir etkileşimden ibaretti. Bu sayede hayatın zaman içindeki akışına ayak uydurabilecek yaşayan bir düşünce üretilebilecekti. Bu bakış açısı göstermektedir ki, İslâm yaşayan bir yapıdır ve bu yapının gelişimi hiçbir zaman sekteye uğramaz. Herhangi bir zaman diliminde, insanlığın maruz kaldığı bir probleme çözüm üretirken tökezlemez. Eğer İslâm’ın kriz içerisinde olduğu izlenimi uyandıran bir döneme rastlarsak budurum bize, dinin temel sabiteleri ve gelişen insan aklı arasında kurgulanan etkileşim denkleminin bozulduğunu gösterir. Temel sabiteler tam ve eksiksiz olduğuna göre mesajın kendisi değil, mesajla mükellef kılınan akıl bir kriz ve durgunluk yaşıyor demektir. (24)
  • … siyaset biliminde, “Sadece bilginin kendisine güvenmek -söz konusu bilgi doğru olsa bile- olayı ve sonuçlarını idrak etmede kişiyi başarısızlığa sürükler.” şeklinde prensip hâline getirilmiştir. O hâlde bilgi, bağlamı olmaksızın idrak sağlayamaz. Bu nedenle “Bilgiler çoğu kere gizli yalanlardır.” sözünü kabul edilebilir buluyorum. (27)
  • … tarihsel bir deneyimi anlamak ve ondan dersler çıkarmak için sahip olduğumuz rivayet ve bilgileri çok yönlü bir metod kapsamında okumalıyız. (28)
  • Siyerin genel seyrinde dikkatimizi çeken İlkeler;
    1. ilk ilke Hz. Peygamberin stratejik metodunun ıslah ve ahlak temelli olması, önceden beri mevcut bulunan iyilikleri kanıksaması, ihdas edilmiş kötülüklerinin ise üzerindeki perdeyi aralayarak gerçek yüzünü göstermesidir. (30)
    2. … İkinci ilke ise Hz peygamberin stratejik davranışa yönelik metodunun yok edici bir mahiyete sahip olmamasıdır. Bu tarihin isimlerini ölümsüz kıldığı ne pahasına olursa olsun düşmana karşı Zafer kazanarak cihanın haritasını değiştiren diğer liderlerin biyografilerinde genellikle rastlayamadığımız bir özelliktir. Hz. Peygamber de dünyayı değiştirdi, ancak esaslı bir farkla; egemenlik ve otorite uğruna değil bunu bir mesaj ve çağrı için yaptı. Hiçbir intikam duygusuna kapılmadan, otorite kavgasına tutuşmadan ve servet tekeli oluşturmadan dünyayı değiştirmeyi başardı. (30)
    3. … üçüncü bir ilkeyi de benimsemiş oluyordu. Hüküm vermede aceleci davranmak yerine uzunca etkileşim içine girmek ve kademeli bir savunma yöntemi takip etmek. (31)
    4. … dördüncü ilkesi, derin bir iyimserliğe sahip olmak ve mevcut durumun darlığı ve detaylarında boğulmak yerine geleceğin genişliğini öngörebilmekti (31)
    5. Beşinci ilke Hz. Peygamberin kendini düşmanların çizdiği alanla sınırlamak yerine atılganlığa ve gözü pekliğe dayanan bir strateji izlemesiydi. (32)
    6. Altıncı ilke iç cephede oluşacak bir parçalanmaya ve bölünmeye asla izin verilmemesiydi. (33)
    7. Yedinci ilke Hz. Peygamber’in düşmanlarını topyekün karşısına almamaya gayret etmesi şeklinde karşımıza çıkar. (35)
    8. Sekizinci ilke, Hz. Peygamber’in stratejisinin esnek ve çok yönlü olması, yerine ve zamanına göre hem sert hem de yumuşak güç kullanmasıydı. (36)
    9. Dokuzuncu İlke, Hz. Peygamber’in olayları stratejik olarak okurken objektif bir metodoloji takip etmesidir. (37)

1. Mekke: Mekan ve Makam

  • Kusay, Mekke’nin kenar bölgelerine, çevre çöllere ve geçit güzergâhlarına yayılmış bulunan Kureyş’in iki yakasını bir araya getirip onları Mekke’nin merkezine, Harem’in yanı başına yerleştirmişti. Yani onları Kâbe’ye komşu kılmıştı. Bu durum, kaynakların belirttiğine göre o dönem için kınanacak bir davranıştı. Daha önce hiç kimse Harem’de ikamet etmemişti. Çünkü orası mukaddes bir araziydi. İnsanlar oraya gündüzleri tavaf etmek ve toplanmak için girerler, sonra gece olduğunda tepe ve geçitlerdeki evlerine gitmek üzere ayrılırlardı. (43)
  • O vakte kadar bir kabilenin üstünlüğü; nesebinin asaletiyle, sayının çokluğuyla ve gücün şiddetiyle övünerek belirlenirdi. Bu kriterler ölçü alındığında Kureyş diğer kabilelerle boy ölçüşemezdi. Fakat Kabe’nin komşusu ve hizmetkarı olduklarında artık oyuna kendilerinden başka kimsenin yerine getiremeyeceği yeni bir kural koymuş oluyorlardı. (44)
  • Hatta bir kız buluğ çağına erdiğinde ona Darünnedve’de gömlek giydirilip ailesine teslim edilirdi. (46)
  • Nitekim Kureyş, Kâbe’nin çevresindeki düzlüğe yerleştiklerinde arazi onlar için dar gelmiş,bunun üzerine genişleterek yeni evler inşa etmeyi arzu etmişlerdi. Ancak örfe göre Harem’de yetişen otlar ve çalılar kesilmezdi. Kusay, arazinin bina yapmaya elverişli hale gelmesi için bunların kesilmesini emretti. İnsanların bu işin akıbetinden endişe duyduklarını görünce kendisi kolları sıvayarak otve çalıların bir kısmını kesmeye başladı. Kureyş, Kusay’a bir musibetin uğramadığını gördüklerinde araziyi ıslah etmeye ve beldeyi imara koyuldular. (47)
  • Daha sonra Kureyş’in fiili başkanlığı Abdümenâf’ın oğlu Hâşim’e geçti. Hâşim, babasından Kureyş’in fiili liderliğini, dedesinden de akıllılığı, idari deneyimi ve geniş ufukluluğu miras aldı. Hâşim’in kaydettiği en büyük başarı, Mekke’nin miladi beşinci asırda çölün ötesine ulaşan bir ticaret merkezi olma özelliğini sağlamlaştırmasıydı. (49)
  • Kusay, Kureyş’in yapısal varlığının kurucusu ise, Haşim de girişkenliği, zihninin berraklığı ve yönetimdeki dirayetiyle Mekke’nin altın çağının kurucusu olmuştur. (50)
  • Bu esnada Hâşim, Mekke’nin durumunu değiştirecek bir şey gözlemlemişti. Şöyle ki, Hindistan’dan deniz yoluyla Yemen’e getirilen malların fiyatı Şam’daki fiyatlarla karşılaştırıldığında nispeten daha ucuzdu. Eğer malları Yemen’den Şam ve Irak’a kara yoluyla Mekke üzerinden ulaştırabilirse transfer güzergâhı iki imparatorluk arasındaki çatışma ve gerginlik noktalarından uzaklaşacaktı. Bu da Kureyş ticaretinin gelişmesine ve Yemen’le Şam arasındaki fiyat farkları sebebiyle zenginleşmesine yol açacaktı. (52)
  • İlaf, Hicaz’da ve yarımadanın kuzey kesiminde yeni bir ekonomik-politik harita oluşturmuş ve Mekke’yi bu haritanın kalbine koymuştur. (53)
  • Aslında İlaf, Haşim’in kabile liderlerine verdiği kâr payıydı. (54)
  • Habeşistan ve Yemen’e kış yolculukları, Şam’a da yaz yolculuğu düzenlenirdi. Şam yolculuğu münasebetiyle Gassânilerin başkenti Busrâ’ya da elleri uzanırdı. Ancak ticaretlerinin çoğu, malların Avrupa’ya transferinde önemli bir liman olan Gazze’de son bulacak şekildeydi. Bu yollar Bizans-İran çatışması arttıkça gelişti. Çünkü Mekke, her zaman kullanılan ticaret yollarına alternatif bir geçiş noktası hâline gelmişti. Uluslararası ilişkilerin bozulmasına Kızıldeniz’deki deniz yolunun tamamen veya kısmen işlevsizleşmesi de eşlik ettiğinde Mekke bu durumdan özel olarak faydalanırdı. Bu durumda Mekke kervanları Yemen ve Şam arasındaki yegâne yük taşıyıcısı hâline gelirlerdi. (56)

2. Mekke’nin Çevresindeki Dünya

  • Justinian, Konstantinopolis’in Orta Asya’dan başlayıp Arapların “Habeşistan” diye bildiği Aksum Hristiyan Krallığı’na kadar uzanan çeşitli gruplar ve krallıklarla olan ittifaklarını da güçlendirdi. Böylece Roma gemileri Habeşistan limanlarından Îyle Limanı’na (Akabe) mal taşımaya başladılar. Bu güzergâhı da Hindistan’ı Perslerin kontrolündeki Basra Körfezi’ne bağlayan Orta İpek Yolu’yla birleştirdi. Tarihçilerin belirttiğine göre, Justinian 531 yılında, o zamanlar Yemen’e hükmeden Habeşlilerden, Hindistan’la yaptıkları deniz ticaretini artırmalarını istedi. Bu davranışıyla Sâsânî Devleti ve Hindistan arasındaki ticari rekabeti kızıştırmayı arzuluyordu. Bizans kaynakları, Yemen’de görevlendirilmiş Ebrehe (Abrâhâm)adlı bir Aksum askerî generalinin hamaset göstererek kendisinden istenen vazifeyi yerine getirmediğine işaret ediyor. Söz konusu general, Habeşistan’dan bağımsızlığını temin etmeye yönelik çeşitli tedbirler almaya başladı ve kendini Yemen’e bağımsız bir kral olarak tayin etti. (67)
  • Başkentin ve dinin değiştirilmesi imparatorluğa 476 yılında Roma’nın yıkılmasından itibaren 800 yıl devam edecek yeni bir ruh kazandırdı. (71)
  • Hristiyan inancının en önemli meselesi, yani Hz. İsa’nın tabiatı hakkındaki resmî görüşün ne olması gerektiğine karar veren konsey, imparatorun talebiyle ve onun gözetiminde gerçekleşmektedir. Konstantin’in ve çevresindekilerin konseyin kararına ne ölçüde müdahale ettiği konusunu bir kenara bırakırsak, devletin bu konseylerin düzenlenmesine müdahalede bulunması, takip eden konseyler için bir gelenek hâlini aldı. Yani devlet, dinî inancın düzenleyicisi, konsey kararlarının gözeticisi ve hukuk gücünü kullanarak konseyin tavsiyelerinin uygulayıcısı oldu. Bu, Hristiyanlığın Bizans Devleti’yle kaynaşmasının başlangıcıydı. Buradan bakıldığında, Konstantin’in Hristiyanlığa geçmesinin ardındaki sâikin büyük ihtimalle sadece ruhsal bir manevi uyanma ve ferdi bir kurtuluş arayışı olmadığı açıkça görülmektedir. Aksine bu, inanç ve düzenlemeleri dikkate alındığında imparatorluğun gelecekteki resmî dini olmaya uygun yeni bir dinin benimsenmesini öngören bilinçli bir stratejik karardı. (73)

3. Periferiden Merkeze

  • Görüldüğü üzere iki büyük imparatorluk olan Persler ve Romalılar arasındaki çatışmada Kureyş’in vizyonu gayet netti. Bu devletlerin aralarındaki gerilim yükseldikçe uluslararası ticaret yolları bozulup aracılara bağımlılık artar ve Mekke kervanlarının zenginliği de burada yatardı. (121)
  • Salgın hastalıkların baş göstermesi nedeniyle de oldukça trajikti. Justinian salgını Konstantinopolis nüfusunun yüzde kırkının alıp götürmüş, Avrupa ve Pers memleketlerine kadar yayılmıştı. Açlık ve yoksulluğa neden olup ardında bunları izleyen gerginlik, çatışmalar ve devrimler bırakmıştı. Kureyş’e gelince onlar apayrı bir dünyada yaşam sürüyordu. Yüce Allah onların bu durumundan söz ederken hakikate işaret etmişti: “Çevrelerindeki insanlar kapılıp götürülürken, bizim, onların yurtlarını saygın ve güvenlikli bir yer kıldığımızı görmediler mi? Onlar hâlâ batıla inanıyorlar da Allah’ın nimetini inkâr mı ediyorlar?” (Ankebut,67) (124)

4. Kureyş’in İstisnai Konumu

  • Allah’ın ahalisi ve Harem’in komşuları olmaları hasebiyle elde ettikleri statüyü mümkün olan en üst düzeyde kullandılar. Bu bağlamda ikili bir muhtevaya sahip hürmet mefhumunu önplana çıkardılar: haram aylar ve harem bölgesi. (126)
  • Hz. İbrahim’in şeriatının bir maddesine saygı göstermeyi sürdürmüşlerdi: Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb aylarından oluşan haram ayların gözetilmesi. (126)
  • Mekke çevresinde geniş bir alana yayılan Harem, yalnızca haram aylarda değil, yıl boyunca koruma sağlardı. Orada hiç kimse herhangi bir saldırıya cüret dahi edemezdi. (126)
  • Hil bölgesinden gelenlerin Kâbe’yi sadece Hums’tan temin edilen bir elbiseyle tavaf edebileceği kuralını ortaya atmışlardı. Bunu ya Mekke’nin içinden satın alacaklar ya da hums mensuplarından birisi tarafından hediye edilecekti. Hiçbirini bulamayanlar ise çıplak tavaf edeceklerdi. Bu kurala aykırı davranarak hums elbiselerinin dışında bir giysiyle tavaf edenler bunları atacak ve bir daha faydalanmayacaklardı. (128)
  • Kâbe, Harem, hac ve bunlara ilişkin ritüeller Kureyş’in istisnailiğinin bel kemiğini oluşturmaktaydı. Kureyş, tüm bunları Araplar arasındaki varlığını desteklemek ve kimsenin rütbesine ulaşamayacağı seçkin bir kabile hâline gelmek için kullandığı bir vasıtaya dönüştürmüştü. Demek ki istisnailik dinî bir temele dayanıyordu. Ancak Kureyş, hums ve ticaret yoluyla bunların hepsini finansal gelir kaynaklarına dönüştürme konusunda oldukça mahirdi.(129)
  • Şiir, bireysel ve toplumsal bir ifade aracıydı. Şair de kabilesi adına önemli bir sözcüydü ve şiiri, gelişen olayların ve tutumların sosyal ve politik bir ifadesiydi. (130)
  • Eğer bir birey, ailesinden ayrı kaldığı için veya yeni bir yerleşim yerine göç etiğinden dolayı kabile bağlarından mahrum olursa bu takdirde belirli bir kabilenin mevlâsı olup o kabilenin soyundan olanlar gibi kabilenin çatısı altında bulunmanın sağladığı avantajlardan yararlanması gerekirdi. (131)
  • Erdemliler İttifakı, Güzel Kokulular İttifakı’nın bir meyvesiydi. Ezilmişler için adaleti sağlayıp zalimlereyse yaptıklarının misliyle karşılık veriyordu. (134)
  • Güzel Kokulular İttifakı’nın içerisinde Abdümenâfoğullarının tamamı yer almışken bundan en az yirmi yıl sonra imzalanan Erdemliler İttifakı’nda Abdümenâf’ın neslinden sadece Hâşimoğulları ve Muttaliboğulları yer almaktaydı. Abdümenâf’ın neslinin geri kalanı yani Abdüşemsoğulları ve Nevfeloğulları ise ittifağın dışında kalmıştı. Bundan sonra da ittifak, yoluna bu şekilde devam edecekti. (136)
  • Benî Hâşim ve Beni Ümeyye arasında meydana gelen sürtüşmeye gelince, Mekke’deki liderlik piramidinin zirvesini etkilemiş ve Kureyş’in siyasi hayatına uzun süre yön vermişti. Bu durum Hz. Peygamber’in gönderilmesinden sonra bile net bir şekilde varlığını hissettirmekteydi. Benî Hâşim ve Benî Muttalib, Hz. Peygamber’i korumayı amaçladıklarından Ebû Talib’in safında durmuş, yalnızca Ebû Leheb aykırı tutum sergilemişti. Benî Ümeyye ve Benî Nevfel ise Hz. Peygamber’e düşmanlık konusunda Kureyş saflarında yer almışlardı. Kureyş’in siyasi hayatındaki bu çatışma, hicretten sonra, Ebû Süfyân b. Harb b. Ümeyye’nin Hâşimî peygambere karşı savaşında Kureyş’in başına geçmesine kadar devam etmişi. Çatlağın etkileri İslâmî döneme gelindiğinde de kesilmemiş, bu kez Ali b. Ebû Tâlib önderliğindeki Hâşimî kamplaşması ve Muaviye b. Ebû Süfyân önderliğindeki Emevîler arasında gün yüzüne çıkmıştı. (137)
  • Erdemliler İttifakı, Güzel Kokulular İttifakı’ndan doğan sert çekirdeği temsil ediyordu. Övülen değerleri gözetenlerin, zulme uğrayanları savunanların, hacıları yedirip içirerek ikramda bulunanların ve muhtaçların ihtiyacını gidermek için koşturanların kurmuş olduğu bir ittifaktı. (139)

5. Mekke Gelecekle Mücadele Ediyor

  • Vahiy geldiğinde 8 Mart – 17 Ramazan (155)
  • “Göbeği aş, cebi maaşla doldurulmuş şairler” (157)
  • Ebû Tâlib diğerlerine göre servet ve ticaret bakımından daha geride olsa da Hâşimoğullanının lideri ve sikâye ve rifâde işlerinin yürütücüsüydü. Güzel ahlakı ve zekâsı ile bilinmekteydi. Bu özellikleri onu, koca servetleriyle bilinen diğer kabile liderleriyle aynı konuma yükseltmişti.(158)
  • Kureyş kendisine çıkar ve statü sağlamadığı sürece dini işlerle ilgilenmezdi.
  • Kureyş’teki ruhsal yaşama bir boşluk hakimdi. Kayda değer tek şey, Varaka b. Nevfel ya da başkalarının insanlara Hz.İbrahim’in hanif dininden kalan öğretilerle verdikleri vaazlar, Kus b. Sâide’nin hikmetli sözleri ve ziyaret için gelen Hristiyan ve Yahudilerin sohbetleriydi. Bazıları onlara geçici bir hevesle kulak verir, sonra maddi aleme dalmış yaşantılarına ve soylarıyla böbürlenip durmaya devam ederlerdi. (159)
  • Materyalist bakış açısı en derin noktalarına kök salmış, tevarüs etiği değerlere tamamen sırtını dönmüştü. Mekkeliler kâr, ticaret ve prestij uğruna Kâbe’nin örtüsüne sıkıca asılmışlardı fakat sıra dine, yaşantıya ve bağlılığa geldiğinde oralı bile olmuyorlardı. (160)
  • Onun sözünde,boyun eğmek nedir bilmeyen asi bir ruh, girişimci bir yöntem ve yeni bir gelecek vaadi gizliydi.
  • Bu birkaç kelime, içeriğinde benzersiz bir söylem taşımaktaydı. Söylemin tabiatı, vadinin aşağı tarafında hüküm süren söylemden çok farklıydı. Okumayı emrediyordu ancak Hz.Peygamber’in ilk başta anladığından farklı bir okumaydı bu… Yazılmış bir metnin yahut satırlara dizilmiş bir nutkun okunması istenmiyordu. Aksine kozmik bir okumaydı; en başında yaratan Rabbe ilişkindi, daha sonra tüm yaratıkları kapsamına alacak şekilde genişliyordu. Evren, insan ve yaşam için yeni ve benzersiz çıkarımlar taşıyan ve hepsinin ilahi bir iradeden doğduğuna işaret eden yeni bir tür okumaydı. Dahası, bu geniş kozmik okuma Rabbin bir ismiyle tamamlanıyordu: “En büyük kerem sahibi (Ekrem)”. Kerem, sürekli yeniden verilen armağan demekti, demek ki yaratılmışlar aleminde okuma oldukça zengin ve sınırsızdı. Bu ayetler, Allah’ın, kavmine karşı Hz. İbrahim’e verdiği delili hatırlarımıza getirmektedir. Söz konusu delil, Allah tarafından Hz. Ibrahim’e göklerin ve yerin hükümranlığı ve nizamı gösterildiğinde verilmişti. Böylece Hz. İbrahim, Allah’ın açık duran kitabını kavmine okumaya başlamış ve yıldızların, ay ve güneşin kendi başlarına ayakta durmadığını, aksine bunların tek bir hükümranlığın sadece birer parçasını oluşturduğunu, işte ibadet edilmeyi de yalnızca bu hükümranlığın sahibinin hak ettiğini kavmine hatırlatmıştı. (160-161)
  • Büyük planların iki ana bileşene ihtiyacı vardır: tutarlı, net bir vizyon ve bunlan uygulamaya yönelik özverili, etkileşimli,kabiliyetli bir ekip. (163)
  • Hikmetle dolu vahyin ilk inen ayetleri Hz. Peygamber’in etrafını çepeçevre kuşatıp saran sert çekirdeğin zihniyetini inşa ediyor, eğitiyor ve kalıba sokuyordu. Bu nedenle de Kureyş toplumunun gündemini yoğun bir şekilde işgal eden konulardan farklı muhtevalara sahipti. (165)
  • Ebubekir Kureyş’in soy bilginiydi. Kabilelerin neseplerini ondan iyi bilen yoktu. (166)
  • (ilk inananlar) Mekke’deki sosyal yapıdan ve istikrarlı hiyerarşiden ayrılma hususunda benzeri görülmemiş bir gruptu. İnsanların eşit olduğu bir oluşumda böyle dikey ve yatay çeşitliliğin bir araya gelmesi hiç de alışıldık bir durum değildi. Olağanüstü bir sosyal hadiseydi: olağanüstü bir zümre ve olağanüstü bir söylem. Kureyş, bu olağanüstü durumu alışılageldik standartlarına göre nasıl okuyacağını bir türlü kestiremiyordu. (167)
  • İnisiyatif kullanma ve rakibin çizdiği çerçeveyle kendini sınırlamama, peygamberlik dönemi süresince net olarak beliren stratejik prensiplerdendi. (170)
  • Kureyş, manevi anlamda dindarlığı ile öne çıkan bir topluluk değildi, dini de üstün bir manevi inanç sistemine sahip değildi aksine işlevsel bir dindarlık sistemiydi. Bunun anlamı Kureyş’in çıkar, denge ve menfaat üzerine kurulu bir kabile olmasıydı. Dinden devşirilen çıkarlar ve sağlanan ayrıcalıklar dinin kendisi ile özdeşleşmişti. Bu nedenle Kureyş’i bu denli galeyana getiren aslında onun dinî inanç esaslarıına hakaret edilmesi değildi. Nitekim Hz. İbrahim’in dinine mensup hanîfler, zaten Kureyş’in kimseye fayda veya zaran dokunmayan putlara tapınmasını ayıplayıp durmaktaydılar. Hatta Kureyş bile kendi içinde Allah’ın ibadete layık tek ilah olduğunun idrakindeydi. Ancak, Kureyş, kendi kimliğini oluşturmak için bu putları iyi bir araç olarak kullanmaktaydı. Bu durumu Kur’an’da varit olduğu üzere Hz. İbrahim’in ifadeleri şu şekilde tasvir etmektedir: “Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet uğrunaAllah’ı bırakıp birtakım putlar edindiniz…” Yani putlar, dünyevi çıkarlar elde etmeye yarayan birer bağ ve Mekke’nin dinî merkeziyetçiliği etrafındaki farklı kabileleri ortak bir söyleme tabi kılmak için birer vesileden ibaretti. (171)
  • Kureyş önderlerinden birçoğunun oğlu ve kızı İslâm’a girmiş, ilk beş yıl içerisinde Kureyş eşrafına ait olup da içine İslâm’ın girmediği hiçbir ev kalmamıştı. (181)
  • Hz. Peygamber’in stratejisi, “eski Kureyş” karşısında “yeni Kureyş” kavramını kurmayı başarmıştı. Yeni Kureyş, yüzü geleceğe dönük, Müslüman ve çevik gençlerden oluşuyordu; tevhid temelli bir yöntemi ve bu yöntemin birer sonucu olan özgürlük, eşitlik ve adalet ilkelerini benimsemişti. (185)
  • Kaynaklar, bu hicretin Kureyş zulmüne karşı Habeşistan’a bir sığınma olduğunu belirtirler. Bu tespit bir açıdan doğru olmakla birlikte yeterli değildir. Çünkü hicret, birçok nedenden ötürü ilticanın çok ötesinde anlamlar taşır. … onlar halkın zayıf kesiminden değillerdi ve kabilecilik örfü onlan hicrete mecbur olmaktan kurtaran makul bir himaye sağlıyordu. Büyük olasılıkla bu hicret, keşif yapılması, mevcut durumun izah edilmesi ve Habeşistan kralıyla ilişkilerin başlatılmasına yönelik bir görevdi. … zaman içerisinde Müslümanların oradaki siyasal yapıyla olan ilişkileri gelişmiş, Habeşistan’da, Hz. Peygamber’in amcaoğlu Cafer b. Ebû Tâlib’in başkanlığını yürüttüğü daimî bir elçilik vücuda gelmişti. (187) Sizinle cahilce tartışmayacağız. Bizim dinimiz bize sizinki sizedir. Kendimizi hayra ulaşmaktan alıkoymadık!

6. Geleceğe Hicret

  • İnisiyatifin amacı her zaman rakibi şaşırtmak, telaşlandırmak ve bir reaksiyon döngüsüne itmek olmuştur. (203)
  • İsra, Hz. Peygamber için devlet kurma konusundaki bu evrensel yasalar ve devletin meşruiyetinin sürdürülmesi hakkında bir eğitim programıydı. Aynı zamanda yakın zaman sonra Yesrib’de karşılaşacağı İsrailoğulları’nın politik yapısı ve psikolojik doğasını anlamaya yönelik bir hazırlıktı. (205)
  • Hicretin gerçekleşme şekli, Hz. Peygamber ve ashabının önceden yürüttükleri derin düşünceyi ve hazırladıklan kusursuz planı gösterir. (206)
  • Yesrib’de bir iç siyasi mutabakatın olmaması toplumu veni fikirlere karşı daha açık hale getirmişti. Değişimi kabul etme konusunda da Mekke’ye göre daha istekliydiler. (210)
  • ‘Ben sizdenim, siz de bendensiniz! Sizin harp ettiğinizle harp eder, sulh yaptığınızla sulh yaparım!’ (213)
  • Önceden planlama ve dikkatli hazırlık, Hz. Peygamber’in eylemlerinde öne çıkan vasıflarıydı. Hz. Peygamber, Allah’ın himayesinde olduğunun ve onun yardımını alacağının bilincindeydi ancak bir yandan da hiçbir açık kapı bırakmama ve her durumu önceden hesap etme konusunda olanca ciddiyeti ve gayretiyle çaba sarf ediyordu. Tevekkülü ve Allah’ın yardımına olan sarsılmaz güveni, planlar hazırlamasına, işleri düzenlemesine ve sebeplere sanılmasına engel olmuyordu. (217)
  • Hz. Peygamber’e Yesrib’de kucak açılmasının birincil nedeninin ensar tarafından benimsenen yeni dinle ilgili olduğu doğrudur ancak kentleri için yeni bir dönem arayışına giren Evs ve Hazrec açısından bu tercih, rasyonel ve yararlı bir karar olma özelliği de taşıyordu. Yesrib’in yaşadığı geçiş koşulları, Buas Savaşını izleyen siyasal ve sosyal boşluk, genç liderler, toplumun Yesrib’i bölünme ve çatışmadan güvenlik ve istikrara taşıyacak tüm seçeneklere açık olması gibi olgular da bu kararın verilmesinde etkili olmuştu. Sonuç olarak, Yesrib’e hicret edilmesi her iki taraf için de kazançlıydı; mesajı için vatan arayışına giren bir peygamber ve yeni bir başlangıç için kendine lider arayan bir vatan. (219)
  • …burada dikkat çeken husus, hicretin gerçekleştiği senenin küresel düzeyde özellik arz ettiği, o yıl dünya savaş dengesinin tersine döndüğü ve antik dünyanın haritasının sarsıldığıdır. (221)
  • dünyaya bir karmaşa ve belirsizlik ortamı hâkim olacaktı. Tüm bu özellikler, genelde küresel stratejik dönüşüm dönemlerine eşlik eder ve çatışmanın yarattığı kaostan ve yol açtığı felaketlerden uzakta kalan daha zayıf oluşumlar için durumu fırsata çevirerek marjinallikten merkeziliğe geçme konusunda oldukça uygun bir zemin sağlar. İşte Müslümanların yaptığı da tam olarak buydu.…. Müslümanların bölgesel liderlikten küresel bir kutup haline gelmesi sadece birkaç yılı almıştı. (222)
  • hicret, insani bir göç veya muhacirler için rahat yaşanacak bir ortam temini olmayıp, sürekli ve evrensel boyutuyla mesajı tebliğ edebilecek otoriteyi inşa etme gayretiydi. (223)
  • Hz. Peygamber, bu eski ismin kullanımını yasaklamıştı. Onun bu tavrı yeni bir başlangıca işaret ediyordu. İsimler bünyelerinde itibari kişilikleri banındırır ve zamanla pek çok anlam ve hatırarın taşıyıcısı hâline gelirler. Artık Yesrib’in, nesilden nesile aktanlan kabilecilik düşüncesi ve acı hafızasıyla birlikte tarihe karışmasının, Medine’nin ise geniş ufku ve ümit vaat eden geleceğiyle gün yüzüne çıkmasının vakti gelmişti. Yeni isim, herkese miras aldığı bilinci terk ederek geçmişin esaretinden, bağlamından, katı kurallarının verdiği huzursuzluktan, vareste olan inisiyatiflere, yeniliğe ve keşfetmeye açık yeni bir bilince geçiş yapma fırsatı sunmuştu. (225)
  • Müşrik Kureyş’in en büyük körkulan yakında gerçek olacaktı, çünkü Muhammed Yesrib’e onlann cefasından korunmak için hicret etmemişti. Aksine şimdi sıra kabileyi kimin temsil edeceği konusunda onlarla hesaplaşmaya gelmişti. Kendini ve yardımcılanıru Kureyş meşruiyetinin asli temsilcisi olarak sunuyor, Kureyş’i ilk baştaki İbrahimi kökenlerine geri döndürüyordu. Bunu yaparken, dinin çıkarlara alet edilmesinin çok üstünde yüce bir ahlaki bilincin müjdesini veriyordu. Bu, Kureyş açısından bakıldığında, yerleşmiş Kureyş meşruiyetini temellerinden sarsan tehlikeli bir çağrıydı. (230)
  • Sahife, daha sonra, Yesrib halkına sıkıntılar, isyanlar ve savaşlar getirecek olan kabile taassubundan uzak, ferasetli bir yurttaşlık inşa etmek için gereken yasal sistemi inşa etmedeki en önemli yasama prensibini belirlemeye koyulur. Kabileci asabiyet düşüncesi ister zalim ister mazlum olsun kabile üyesini desteklemeyi gerektirirdi. Bu yeni yöntem ise bireye karşı tutumunu adalet ve hakkaniyet dengesine göre belirlemekteydi: Hiçbir mümin diğer müminin mevlâsı ile onun aleyhine olacak bir anlaşma yapmayacaktır. Takva sahibi müminler kendi aralanından isyana kalkışana ya da bir zulüm, günah, düşmanlık veya müminler arasında bozgunculuk çıkarmayı arzulayana karşı duracaklar ve bunu yapan kimse onlardan birinin evladı bile olsa hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır. Hiçbir mümin başka bir mümini bir kafir yüzünden öldüremez ve bir mümin aleyhine hiçbir kafire yardım edemez. Allah’ın himayesi tektir. Müminlerin içindeki en ehemmiyetsiz birinin korumasından her biri sorumludur. Zira müminler, diğer insanlardan ayrı olarak birbirlerinin mevlâsıdır.” (231)
  • Hiç bir mümin Allah yolunda girişilen bir savaşta diğer müminleri hariç tutarak barış anlaşması yapamaz. (232)
  • Net olarak belirlenmişti ki kabile, sadece toplumun istikrarını koruyan hayırlı işlerde etkin rol oynayacaktı. (232)

7. Hz. Peygamber’in Medine’deki Stratejisi

  • Hz. Peygamber Kureyş’in ticari anlaşmalarının (ilâf) ve kervanlarının onun kalkınması için atardamar mesabesinde olduğunu anlamıştı. Onların açken doymalarını sağlayan ve korkularından emin kılan Kabe ise Kureyş meşruiyetinin en önemli referansıydı. … Hz. Peygamber’in stratejik hedefi gayet netti: Kureyşi, İslâmi benimsemeye ve teslim olmaya sevk etmek. … Bu açıdan seriyye, gazve ve anlaşmalara baktığımızda onların aslında birbirini tamamlayan bir zincirin halkalanı olduklarını ve tek bir stratejinin tezahürü olduklanını görürüz. (238)
  • Kureys îlâfı sarsıldı ve Medine ilâfının yapısı oluşmaya başladı. Bu bölgedeki ilişkileri düzenleyen geleneksel formül artık Kureyşin tekelinde değildi, sistemi sarsılmış ve afallamıştı. (247)

8. Mekke’de Liderlik Krizi

  • Tarihçilerin aktardığına göre Velid, hicretten üç ay sonra, 95 yaşında ölmüştü. Ancak onun ölümü, ardında Kureyş’in başa çıkması gereken büyük bir problem bırakmıştı. Çünkü, ölüm döşeğindeyken üç oğlu; Hâlid, Hişâm ve Velid’e vasiyette bulunmuştu: “Size üç vasiyetim var, sakın bu konu- larda ihmalkâr davranmayın! Kanım Huzâa’nın eline bulaşmıştır. Kanımı heder etmeyin (diyetini alın)! Vallahi onların bu işten beri olduklarını aslında iyi biliyorum ancak sırf bu yüzden sizin hakkınızda arkamdan kötü konuşulsun istemem. Faiz alacağım Sakif’tedir. Tahsil etmedikçe yakalanını birakmayın. Mehir olarak verdiğim mal da Ebû Üzeyhir ed-Devsi’dedir. Onun yanına bırakmayın!” Velid’in bu vasiyeti, üç kabile; Huzaa, Sakif ve Devs ile iyi komşuluk ilişkilerine ihtiyaç duyduğu bir zamanda Kureyş için büyük bir talihsizlik olarak kabul edilir. (250)
  • Müslümanlar tüm bu olayları ilgiyle takip ediyor ve daha da derinlik kazanması için çabalıyorlardı. Hz. Peygamber, Medine’nin basın sözcüsü Hassân b. Sâbit’ten Mekke’deki Güzel Kokulular İttifakı mensuplarını Yeminliler İttifakı’na bağlı olanlara karşı kışkırtacak şiirler söylemesini istemişti. (252)

9. Furkan

  • Ticaret riskten hoşlanmazdı. Kervanların art arda yolunun kesilmesi, Kureyş tacirlerinin sahra-ötesi ekonomilerine olan güvenini sarsıyor paniğe kapılmalarına yol açıyordu. (259)
  • Yeni Medine, içe kapanıklığı ve dış dünyadan kendini izole edişi noktalarında eski Yesrib’e pek benzemiyordu. Aksine Medine, bir başlangıç noktası ve iletişim merkezi, bir eğitim ve disiplin noktasıydı. Bedir’den bir önceki sene, askeri ve psikolojik hazırlıklarla dolu bir yıldı. İslâm ordusu bir yılda farklı hedefleri olan sekiz askeri eğitimden geçmişti. (260)
  • “Sanki sana vahyolunan bir konuda yola çıktığın hâlde farklı bir iş için yola çıkmış gibisin. Şüphe yok ki biz sana iman ettik ve seni tasdik ettik. Bize getirdiklerinin de hak olduğuna şahitlik ettik. Seni dinleyip itaat edeceğimize de kesin bir şekilde söz verdik. Ey Allah’ın peygamberi! Şimdi duraksamadan yoluna devam et. Biz seninle beraberiz. Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, sen bize şu denizi gösterip dalarsan biz de seninle birlikte dalarız! İçimizden hiç kimse geri kalmaz. Dilediğinle ilişkilerini sürdür, dilediğinle kopar. Mallarıımızdan dilediğini tutup al. Aldıkların, geride bıraktıklarından gözümüzde daha sevimlidir. Canımı elinde tutan Allah’a yemin olsun ki ne bu yoldan gitmişliğim vardır ne de bu konuda bir bilgim bulunur. Ama yanın düşmanla karşılaşmaktan rahatsızlık duymayız. Bizler savaşta metanetliyizdir, düşmanla karşılaşınca sözümüzün eriyizdir. Umulur ki Allah, bizim hakkımızda gözlerini aydınlatacak bir sonuca ulaştırır.” (267)
  • Hz. Peygamber’in Bedir’e yaptığı hareket, onun inceden inceye hesap ettiği bir inisiyatifin ve şura meclisiyle teyit ettiği bir kararın sonucuydu. Özellikle de mecliste yer alan Ömer’in sözleri onun kararını desteklemişti: “Kureyşliler ama bugün ama yarın Müslümanlarla savaşacaklar. Çarpışmanın ilk adımını neden onlardan önce biz atmayalım ki…” (269)
  • Utbe b. Rebia gibi bir öncünün, kaba ve uzlaşmaz bir komutana görüşünü açıklamaktan çekindiği bir esnada, genç bir ensar mensubu olan Hubab b. Münzir, ordunun en üst düzey komutanı olan Hz. Peygamber’in karşısına dikilip karargahın neden bulunduğu yerde konumlandığını sormakta, bunun Hz. Peygamber’in şahsi görüşü mü yoksa Allah’tan gelen, karşı gelinemeyecek bir vahiy mi olduğunu irdelemekteydi. (270)
  • Bu hadise ve Hubâb b. Münzir’in savaşın arenasını değiştirmeyi önerirken kumandan peygamberin huzuruna çıkmanın heybetinden çekinmeyip “Burası uygun bir konaklama yeri değildir” demekten geri durmaması bize gösteriyor ki, kumandan Muhammed ashabının yüreklerine özgürlük tohumlan serpmiştir, onlara kendi görüşlerini ifade etmek için gerekli özgüveni kazandırmıştır, kamusal işlere içlerinde bir ikircik veva korku duymadan onların da katılımını sağlamıştır. Aksine içlerinden biri Müslümanlar lehine bir maslahat gördüğünde kumandana gelir ve nasihatte bulunur, kumandan da bir fayda sağlayacağına ikna olursa bu nasihate kulak vermekten burun kıvırmazdı. Bu, doğal olarak yenilik ve keşfedicilik için geniş ufuklar açmaktaydı. Ruhsuz çerçevelere hapsolmaya ve yerleşik yöntemlere bağlı kalmaya lüzum yoktu. Müslüman ordusunun üç yüz kişiden biraz fazla, müşrik ordusunun ise onların üç katı oldukları doğruydu. Ancak iki ordu arasındaki ayırt edici fark çok büyüktü. Bu, çalkantı hâlindeki eski ile birbirine kenetlenmiş yeni arasındaki bir karşılaşmaydı, yüzünü yokluğa dönmüş eski ile doğum vakti gelmiş yeni arasındaki bir çarpışmaydı. Öyleyse, savaşın sonunda disiplinli ve keşfedici yeninin, ikircik içindeki ruhsuz eski karşısında büyük bir zafer elde etmesinde şaşılacak hiçbir şey yoktu! (271)
  • Bedir Savaşı, Müslüman mevcudiyetinin doğuşunun ilgili herkese ilan edilmesiydi. (273)

10. Ebû Süfyân Dönemi

  • Ebû Süfyán, aslında bir iş adamıydı. Ne var ki, kaderin tecellisiyle, gerginliğin hüküm sürdüğü bir atmosferde en üst düzeyde liderlik pozisyonuna gelmişti. (287)

11. Uhud: Kriz Yönetimi Dersleri

  • toplantıda iki seçenek sunulmuştu. Birincisi, Müslümanlann Medine’de kalıp kendilerini savunmaları gerektiğini dile getiriyordu. Medine, coğrafi olarak iki taraftan şehri koruyan ve “harre” diye bilinen doğal bir perde ile çevriliydi. Harre, aşın engebeli volkanik arazi demekti. … İkinci senaryoya gelince, iki ana nedenden ötürü düşmanla Medine dışında çarpışmak gerektiği şeklinde özetlenebilir. Birinci neden maneviydi, eğer Müslümanlar kendilerini Medine’de savunur ve saldırıya geçmezlerse Kureyş ve Necd kabileleri onlann korktuklanını ve zayıfladıklarını zannederlerdi, bu da düşmanı iyice kışkırtır ve şehirdekileri gelecek diğer saldırıların hedefi haline getirirdi. İkinci neden ise Bedir’e katılma fırsatı bulamayan çoğu kişinin kaçırdıklan fazileti elde etmek için bu durumu bir fırsat olarak görmeleriydi. (295)
  • Rivayetlerden anlaşıldığına göre taarruz görüşü, coşkulu genç çoğunluğa aitti. Hz. Peygamber de kişisel olarak farklı kanaatte olmasına rağmen uygulamada onların görüşünü esas almıştı. Özellikle de Hz. Peygamber rüyasında elini sağlam bir zırhın içine soktuğunu görmüş ve bu zırhı Medine’ye yormuştu. Ancak yine de şuranın sonucuna göre tavır almıştı. Hatta taarruz savaşında ısrar eden bazı kimseler pişmanlık duyup Hz. Peygamberden nasıl uygun görürse öyle davranmasını, dilerse taarruzda bulunup dilerse savunma stratejisi izlemesini istemişlerdi. Ancak Hz. Peygamber artık kafasına koymuş, savaş elbiselerini giymişti. Onları da sabrettikleri takdirde zafere ulaşmakla müjdeledi. İşte bu, nebevi liderliğin vasıflarından birisiydi. Bir işe azmettiğinde Allah’a tevekkül eder, güven ve kararlılıkla uygulamaya koyulur, asla tereddüt yaşamazdı. (297)
  • Hâlid b. Velid savaşa dâhil olmak için uygun zamanın geldiğine kanaat etti. Okçular tepesine saldırmaya karar verdi ve tepeden aynılmayan on kişiyi kılıçtan geçirip Müslümanlara saldırdı. (300)
  • Bugünde Müslümanlar ilk örneğiyle karşılaştıkları ve geleceğe yönelik yansımaları da olacak farklı bir imtihan türüyle tanışmışlardı. Tam da bu anda, kumandanın tüm maharetini ortaya koyması, ayrıntılarda boğulmaktan uzaklaşmak ve durumun üstesinden gelebilmek icin bir girişimde bulunması gerekiyordu. Hz. Peygamber, olayların gidişatını düşmanın belirlemesine asla izin vermeyen bir girişimciydi. … Hz. Peygamber, sahneye yeni bir kapanış resmetmek için Kureyş’i takip etme kararı almıştı. (305)
  • Medine’den Mekke’ye gitmekte olan Ma’bed, Hamråülesed’de Hz. Peygamber’in yanına uğradı ve onunla görüştü. Hz. Peygamber, kendisinden Müslümanlara karşı Kureyşlilerin yüreklerine korku sokmak suretiyle şevklerini kırmasını istedi. Revha’da Kureyş’in yanından geçtiğinde Ebu Sufyan kendisine geride neler olup bittiğini sordu. Ma’bed şu şekilde cevap verdi: “Muhammed ashabıyla birlikte harekete geçmiş, bugüne kadar hiç görmediğim bir toplulukla birlikte sizin peşinizdeler! Hararetle her yanda sizi arıyorlar. Geçen gün ona katılmayan kim varsa pişman olarak bu kez onunla birlik olmuş. Size karşı duydukları öfkenin bir benzerine tanık olmadım.” Ebu Sufyan, “Sen neler söylüyorsun?” dedi. Ma’bed, “Vallahi, senin bir an önce yola koyulman gerektiğini düşünmeme neden olan şey, atların perçemlerini görmüş olmamdır.” Ebû Sufyan, “Biz de onlara yeniden bir darbe indirip arta kalanların da kökünü kazımaya karar vermiştik.” deyince Mabed, “Bunu yapmanı tavsiye etmem.” dedi.
  • Sıkıntının hem olumlu hem de olumsuz yönü vardır. Benzersiz lider, olumlu olanı çoğaltıp olumsuz olanı azaltabilendir. Uhud’un yankılarından olumlu olanı Müslümanların yaşananlan etkili bir ders olarak görmeleri, ibret almaları ve istifade etmeleriydi. Artık öğrenmişlerdi ki, ilahi yasalar hiç kimseyi kayırmıyordu.
  • Müslümanların karar alış yöntemlerinin nasıl değiştiğini gelecek savaşta birlikte göreceğiz. Burada şaşırtıcı olan, şuranın temsil ettiği karar alma mekanizmasının değişmediği ve sarsılmadığı, aksine dengelenip istikrar kazandığı gerçeğidir. Şöyle ki, komutan ne şuranın olumlu sonuç doğurmadığını söylemiş ne de Medine dışında savaşmayı teklif eden sahâbileri kınamıştır. (309)
  • cahiliye toplumu sadece güçlü olana saygı gösterirdi. Bir zayıflık sezmeyedursunlar, hemen cesaret alır ve zorbalığa başvururlardı. (316)

12. Son Karşılaşmaya Hazırlık

  • Hz. Peygamber’in stratejisini takip eden birinin onun kararındaki hikmet ve kuzeye hareket etmesinin doğruluğu karşısında hayrete düşmekten başka yapacağı bir şey kalmıyor. Bunun iki nedeni vardır, birincisi kuzey kabilelerine yönelik önleyici bir darbe indirilmiş olması, ikincisi ise fethetmeye hazırlamak amacıyla Hayber’in kuzey çevresinden izole edilmesidir. (326)
  • Hz. Peygamber er ya da geç Hayberle çarpışılacağını biliyordu. Ancak şu aşamada doğrudan bir çatışma olmayacak, birincil öncelik Mekke’ye ait olduğundan Mekke etkisiz hale getirildikten sonra sıra Hayber’e gelecekti. Dûmetülcendel Gazvesi, Hayber’in kuzey kabilelerinden yardım istemesinin önünü kesmiş ve çevresinden tecrit etmişti. Ayrıca herkese Muhammed’in Kayser ve Kisra’nin topraklarına yaklaşmaya muktedir olduğu mesajını da vermişti ki bu, Arapların gözünde büyük bir meziyetti. (329)
  • Kureyş’in toplumsal planlaması ve siyasi ideolojisi kabile, nesep, atalarla büyüklük taslama, cahiliye taassubu, Allah’ın dışında tapılan putlar ve politik anlaşmaların ekseni etrafında dönüyordu. Tüm bunlar kabile bağlılıklarından kaynaklandığından kabileyi Kureyş kimliğinin merkezi hâline getiriyordu. Dolayısıyla Kureyş’in toplumsal planlaması tamamen nesep bağı üzerine odaklanmıştı. Bu sayede toplumun kabilenin falan kolu yahut filan aşiret için belirlediği imtiyazlar korunmuş oluyordu. Böyle bir planlamada birey, karşı koyamadığı kesin bir varlıksal sınıflandırmayla karşı karşıya kalıyordu. Bu, herhangi bir etnik tasnif gibi çoğu zaman haksızdı ve bireyin soyut ve öznel olan insanlık hakkına el koyardı. Bu dışa kapalı ve yaşını doldurmuş Kureyş kimliği, çevresine açık ve genç yeni bir kimliğin ciddi bir meydan okumasıyla yüz yüze gelmeye başlamıştı. Yeni kimliğin öncüleri de Kureyşliydiler. Statü bakımından ve soyun kazandırdığı mevkii noktasında Müşrik Kureyş’ten aşağı kalır tarafları yoktu. Onlar da Kureyş’in ana kollanndan ve önderlerindendiler. Üstelik müşrik Kureyş’e göre bazı artıları vardı, onlar yüce bir mesaja, güzel ahlaka, üstün bir gayrete ve başkalarıyla iman kardeşliği kurmanın kazandırdığı bir güce sahiptiler. Hatta içlerindeki önemli görevlerden uzak kalmış olan mevlâlar (kabilelere nesep yoluyla değil, anlaşma yaparak tabi olanlar), zayıf köleler yahut başkaca uzak halklara mensup kimseler bile bu niteliklere haizdi. (333)

13. Sarsıntı

  • Hz. Peygamber’in düşman ittifağını dağıtma ve safları arasına ayrılık tohumlan serpme çabalan devam etti. O bu konuda Gatafan’ın buraya gelmesine neden olan menfaatçi yönünü kullanmış; Uyeyne b. Hisn ile irtibata geçerek kârlı bir ticaret teklif etmişti. Bu ticaret, Gatafan’a arzuladığı ganimeti silahlı çatışmaya girmesine gerek kalmaksızın sunuyordu. Müslümanlarınsa önemli bir stratejik hedeflerinin gerçekleşmesine hizmet ediyor; üçlü ittifağı parçalıyordu: “İnsanların başındaki sıkıntı şiddetlenince Resûlullah (sav) Gatafan’ın iki lideri olan Uyeyne b. Hisn b. Huzyefe b. Bedr ve Haris b. Avf b. Ebú Härise el-Murri’ye haber gönderdi ve kendilerine beraberlerindeki kişileri alıp kendisinin ve ashabının yakasından düşmeleri karşılığında Medine meyvelerinin üçte birini vermeyi teklif etti. Böylece Hz. Peygamberle ikisi arasında sulh gerçekleşti ve anlaşmayı yazdılar. Ne şahit tuttular ne de sulha yönelik kesin bir azim bulunuyordu. Sadece birbirlerini ikna etmeye çalıştılar. Hz. Peygamber, anlaşma yapmak istediğinde Sa’d b. Muâz ve Sa’d b. Ubåde’ye haber gönderip hadiseyi anlattı ve istişare etti. Onlar da Ya Resûlullah! Bu bizim tercihimize bırakılan, hoşumuza gittiği için yaptığımız türden bir davranış mıdır yoksa Allah’ın sana emrettiği, mutlaka yerine getirmemiz gereken bir davranış mı ya da bizim iyiliğimiz için senin yaptığın bir tasarruf mu? Hz. Peygamber: ‘’Bu, sizin iyiliğiniz için yaptığım bir tasarruftur. Vallahi bunu yapmamın tek nedeni Arapların sizin üzerinize tek bir yaydan fırlamış ok gibi geldiklerini ve size dört bir yandan şiddetle saldırdıklarını görmüş olmamdır. İstedim ki onların cefasını bir nebze olsun sizden gidermiş olayım’ dedi. Sa’d b. Muaz söz aldı: ‘Ya Resûlullah! Biz ve onlar Allah’a ortak koşan, putlara tapan insanlardık. Allah’a kulluk etmez, onu tanımazdık. Onlar Medine’nin meyvelerini ancak birine misafir olur ya da satın alır ancak öyle yiyebilirlerdi. Allah bize İslâm’ı nasip ettikten, kendi yolunu gösterdikten ve seninle bizi yücelttikten sonra mı kalkıp mallarımızı onlara verecekmişiz. Vallahi buna hiç mi hiç ihtiyacımız yoktur. Yemin olsun ki, onlara ancak kılıç veririz. Böylece Allah bizimle onlar hakkındaki hükmünü versin. Bu sözler üzerine Hz. Peygamber: ‘O hâlde bildiğini yap!’ buyurdu. Sa’d, sahifeyi eline aldı ve ondaki yazıyı sildi. Sonra da ‘Varsın üzerimize gelsinler’ dedi. (346)
  • Nuaym, Hz. Peygamber’e gelirken Beni Kurayza’nın ahdini bozması karşısında Müslümanların tepkisini ölçmeyi amaçlamıştıi. Hz. Peygamber de bilmeceye benzer ve oldukça zekice bir cevap vermişti: “Belki de onlara böyle davranmalarını biz emretmişizdir.” Hz. Peygamber, Nuaym’ın sır tutamayacağını, aksine vakit kaybetmeden etrafa yayacağını biliyordu. Gerçekleşen de tam olarak buydu. (352)
  • On bin savaşçıdan oluşan büyük bir ordu… Komutanları birkaç gün sürecek bir yürüyüşle bu savaşın üstesinden geleceklerini sanmışlardı. Ne var ki hesaba katmadiklan hendek onları hazırlıksız yakalamış, bu yüzden yaklaşık bir aylığına kurak bir araziye karargah kurmak zorunda kalmışlardı. Hendek yüzünden ileri gidemiyorlar, yenilgiden çekindikleri için de geri dönemiyorlardı. Beldelerinin sıcağına alışkın Mekkeliler soğuk bir kış mevsimi geçiriyorlardı. (353)

14. Stratejik Devrim

  • Mekke halkı birkaç ay geçmeden akrabalık bağlarını vesile kılarak Hz. Peygamber’e yalvarmaya, buğdaydaki fahiş fiyat artışlarından dolayı yaşadıkları iktisadi darlığa çözüm sunması için yakarmaya başlıyorlar. (356)
  • Hendek Savaşı, Kureyş liderliği düzleminde değerlendirildiğinde Ebu Süfyan’ın liderliği daha da çok sarsılmıştı. Hendek yenilgisi, bugüne dek Müslümanlar karşısında hiçbir zafer elde etmeyi başaramayan Ebû Süfyânı zayıflatmıştı. Aksine Müslümanların safı her geçen yıl gücüne güç katıyordu. (359)
  • Hz. Peygamber’in hayatı teşri ve ilham kaynağıdır, Müslümanlar da peygamberlerini seven, onun izinden giden bir ümmettir. Fakat siyer ilminde harcanan çabalar genelde nakil ağırlıklıdır ve birbirinin tekranıdır. Siyeri derinlemesine araştırarak gerçekleri inceleyip bağlamlarına oturtmamızı sağlayacak yöntemlere ne kadar da çok ihtiyacımız var! (361)
  • Bu yıl büyük bir artışa tanık oluyoruz, sadece sayıda değil, askeri eylemin türünde de bir değişiklik söz konusudur. Müslümanların ordusundaki en önemli eksiklik atların sayısının az olmasıydı. Hücum stratejisi vur kaç taktiğine ihtiyaç duyduğundan atlar şiddetli bir zorunluluktu Kaynakların belirttiğine göre Hz. Peygamber, Hendek’ten sonra çok sayıda sahâbiyi silah ve at satın almak üzere Necd’e göndermişti. (363)
  • Hz. Peygamber Kureyş’in yanına gelmek istemişti. Bir fatih olarak değil, umre yapan biri olarak gelmeyi amaçlıyordu. Müslümanları dehşete düşüren ve Kureyş’i şaşkınlığa sürükleyen bir hamleyle bu kararı almıştı. Nebevi stratejik eylemin özelliklerinden biri de buydu; o, ani bir adım atarak düşmana önündeki seçeneklerin portresini çizer sonra da onu en uygun seçeneği uygulamaya zorlardı. (367)

15. İslam Ümmetinin Şahlanışı

  • Kureyş suresi, az sayıdaki ayetleri ve veciz ifadeleriyle, Hz. Peygamber’in Kureyşle mücadelesine ışık tutan Kur’ani stratejik yönlendirmeler bakımından en zengin surelerdendir. Hz. Peygamber’in dikkatini Kureyş’in zenginlik ve faydalandığı güven ortamının iki sacayağı üzerine kurulu olduğu gerçeğine çeker. Birincisi ilaf ve bunun sonucu olarak Kureyş kervanlarının önünde ticaret yollarının açılmış olmasıdır, ikincisi ise Kureyş’e başka kabileleri çepeçevre kuşatan tüm güvenlik risklerinden uzak kalabilme imkanı sağlayan Kâbe’dir. Kureyş suresi, hicretten Mekke’nin fethine kadar geçen sürede Kureyşle mücadele ederken takip ettiği stratejisinde Hz. Peygamber için bir yol göstericiydi. (370)
  • Fetih Kureyş karşısında bir zafer veya onun için ezici bir yenilgi değildi, aksine açık görüşlü yeni’nin sığ görüşlü eski karşısındaki galibiyetiydi. Fetih, Hz. Peygamber’le savaşmış, onu Mekke’den çıkarmış olsa dahi her dileyenin girdiği bir kapıydı. (373)
  • Harem sınırlarına yaklaştıklarında Hz. Peygamber’in devesi dizleri üzerine çöktü. İnsanlar “Kasvâ’nın inadı tuttu.” dediler. Hz. Peygamber onlara devenin inat etmediğini fakat Harem’i yüceltmek adına bir zamanlar fili engelleyenin onu da engellediğini söyledi. (378)
  • Umreyle Kureyş’e karşı bir girişim başlatarak onları bir ikileme sokmuştu. Kureyş ne onu Harem’den geri çevirecek yeterli güce sahipti ne de onun girmesine izin verecek durumdaydı. Onlar için hem ikilem oluşturmuş hem de bir çözüm önerisi sunmuştu. Onlara öyle detaylı bir öneride bulunmuştu ki, aklı başında birinin bu teklifin uygunluğundan şüphe etmesi çok zordu. (381)
  • Huleys: “Şu Müslümanlar ihram elbisesi içerisinde Mekke sınırlanında yanım aydır bekliyorlar. Develer zayıf düşmüş, uzun süredir beklemekten kendi tüylerini yemiş. Kureyş hangi hakka dayanarak umre yapmak için gelmiş bir topluluğu Kâbe’ye girmekten ve onu tavaf etmekten alıkoyuyor?” (384)
  • Kureyş’in eşrafından hatta Kureyş’in nesep zincirinde yer alan Abdümenâfoğullanından birini göndermeye karar verdi. Bu kişi Osman b. Affan b. Ebü’l-As b. Ümeyye idi. Emevi ve Kureyşliydi, basite alınamayacak bir konuma sahipti. … Ebü Sufyan, Osman’ın amcaoğluydu ve Emevilere mensuptu. (386)
  • Hz. Peygamber, haberler konusunda çok titizdi, söylentilere kulak asıp da savaş veya barış kararı almazdı. (388)
    1. madde, İslami oluşumun meşruiyetinin ilk kez açık bir şekilde tanınması anlamına geliyordu ki bu da İslâm Devleti’nin bağımsızlığının ve isteyenlere vatandaşlık hakkına denk bir hak tanıyabilmesinin resmi olarak kabul edilmesi anlamına geliyordu. (391)
  • Hz. Peygamber, ashabina develerini boğazlamalarını ve ihramdan çıkmak için saçlarını tıraş etmelerini emretmesine rağmen kimsenin kılı kıpırdatmıyordu. Hz. Peygamber, zevcesi Ümmü Seleme’nin çadırına girdiğinde ona insanların bu yaptığından yakındı. Ümmü Seleme, Hz. Peygamber’e kendisinin yalnız başına çıkıp kurbanını boğazlamasını ve saçını tıraş etmesini önerip böyle yaptığı takdirde onu gören insanların da bunları uygulayacağına soyledi. Böyle de olmuştu. (397)
  • Kuran, Hudeybiye Barışı hakkında “fethan mubinen” (apaçık bir fetih) ifadesini kullanır. Bunun apaçık bir fetih olduğu konusunda şüphe ve tartışmaya mahal yoktur. Kur’an bu Hudeybiye fethi dışındaki hiçbir fetih için “mubin” (apaçık) nitelemesi yapmamıştır. Bu hiç kan dökülmeden ve çarpışma olmadan gerçekleşmiş bir fetihtir. Etkisi de yakında tüm askeri fetihlerin üzerinde olacaktır. (397)
  • Hz. Peygamber’in gönlünün genişliğini ve sahabenin hiçbir korku veya endişeye kapılmadan görüşlerini kendilerinden emin bir şekilde ifade edebiliyor olmalarını bir düşün! Bu, İslâm’ın kör geleneğe bağımlı olmaktan özgürleştirip, motivasyon ve güven asıladığı nesildir. İşte bunlar sağlıklı, etkileşimli ve İslâm’ın mesajına samimiyetle sanlacak bir toplum inşa edeceklerdir. Gerçekten de Hudeybiye fethi, müşrik Kureyş için sonun başlangıcı, İslâm Devleti içinse başlangıcın sona ermesiydi. (402)

16. Hayber: Son Kale

  • Kaynakların belirttiği iki yüz veya üç yüz rakamlarına baktığımızda Müslümanların atlarının sayısında istikrarlı bir artış gözlemliyoruz. Çünkü Müslümanlar Beni Kurayza ganimetlerinin bir kısmını Necd’den asil atlar almak için harcamışlardı. Hz. Peygamber de ashabını binicilik öğrenmeye ve at yanıştırmaya teşvik etmiş, dahası her bir at için ganimetten ilave iki pay takdir etmişti. Sahâbeyi at sahibi olma ve savaşlarda kullanma konusunda teşvik etmek için ata binen asker için bir, at içinse iki pay tahsis edilmişti. (406)

17. Medine’nin Ticari Güvenlik Paktı

  • Hz. Peygamber, Ebû Basir’in sözleri üzerine “Vay canına! Tam bir savaş tutkunu! Bir de beraberinde adamlar bulunsa…” diyerek yorumda bulunmuştu. Bu zekice bir işaretti ve Ebû Basir bu işareti sezmişti. Sahile göç etme kararı alıp Kureyş’in ticaret yolu üzerindeki lys denen bölgeye gitti ve silahlı bir direnişin kurucusu olarak oraya yerleşti. … Hz. Peygamber, Müslümanları ezen ağır bir psikolojik yükü, ittifağı bozmadan gidermeyi başarmıştı. Ebû Basir, Ebû Cendel ve arkadaşlarına gelince, bunlar ne harika adamlardı! Nebevi işareti sezip bu zekice planı uygulamayı nasıl da becermişlerdi. Kureyş’i öyle bir zora sokmuşlardı ki, anlaşmanın ilgili maddesinin ilgasını Hz. Peygamber’den bizzat kendileri talep etmişlerdi. Yaşananlar göstermekteydi ki, biz, eskiyip çürümüş bir yönteme tutunan, asabiyet ve tıkanıklık temeline dayanan, kocamış ve pörsümüş bir durum karşısında geniş yeteneklere sahip, girişimci, cesareti kuşanmış, yeni bir nesille karşı karşıyayız. (412)
  • Hz. Peygamber’in yetkinlikleri kavrama ve yeni Müslümanlanı kabiliyetlerine göre görevlendirmedeki üstün becerisine hayran bırakmaktaydı. Söz konusu kişiler henüz Kur’an’dan ve dinin şiarlanından çok az şey öğrenmiş olsalar da bu durumları ilgili görevlere atanmalarına engel teşkil etmiyordu. Şüphe yok ki, bu liderlik melekesi, çoğu kişinin Islâm’ı benimsemesini kolaylaştırıyor, Müslümanlardan cahiliye hesap ve kategorilerinin zincirlerine bağlı olmayan ve “öncelik iddialarının geriletemediği çevik bir güç meydana getiriyordu. Herkes hoş karşılanırdı. Herkesin özverisine ve yetkinliğine göre konumu belliydi. (420)
  • Kureyşli seçkinlerden oluşan genç liderler, Hz. Peygamber’den yine Hz. Peygamber’e kaçıyorlar, o da kendilerine kucak açıp ashabı arasında en ön saflara yerleştiriyordu. (421)

18. Yeni Dünyaya Sesleniş

  • Ona tabi olanlar gençler, zayıflar ve fakirlerdir, İnsanların eşrafı ve soyluları ona uymazlar. (429)
  • Halbuki, krallar ve imparatorlar böyle bir özellik taşımazlar. O dönemde kendisine Pers krallanna ait “melikül-mülük” (krallar kralı) lakabını kazandıran ezici bir zaferin atmosferi içerisindeki Herakleios içinse bu ihtimal iyice uzaktır. (431)
  • Savaşın hedefinde Hz. Peygamber’in elçisini öldüren Şurahbil b. Amr vardı. Bu sayede prestij kaybının telafi edilmesi amaçlanıyordu, dolayısıyla Müte Savaşı bir disiplin hamlesiydi. Savaşın hedefi, Romalılarla çarpışmak yahut Şam veya Belka’ya boyun eğdirmek değildi, aksine ilgili Arap kabilelerine ve Roma valilerine yönelik “Müslümanlan hafife almayın ve onlara karşı cüretkâr davranmayın!” şeklinde bir mesaj vermekti. (435)
  • Abdullah b. Revaha: “Ey kavmim! Vallahi siz şu anda kerih gördüğünüz şey şehitlik için bu yola çıkmıştınız! Biz hazırlığımıza, gücümüze veya sayıca çokluğumuza güvenerek düşmanla savaşmıyoruz Onlarla ancak ve ancak Allah’ın bizi onurlandırdığı bu din uğruna savaşıyoruz Durmayın! Bu yolun sonunda iki güzel akıbetten biri sizi bekliyor: ya zafer ya da şehitlik! (437)
  • Müte’de ölen Müslümanların sayısının on üç olduğunu dikkate alırsak öldürülenlerin başında üç komutanın bulunması bunun bir taarruz savaşı olduğunun göstergesidir. Nitekim ordunun başına geçecek olan yeni komutan bu konuda gereken önlemi alacaktır. … Bu gerçekten hayranlık uyandıran bir durumdu; Müslümanların halk bilinci yüzeysel değildi, aksine görevi en yetkin olan kişiye verme konusunda Hz. Peygamber’in öğretilerine paralellik arz ediyordu. (438)
  • bir ordunun muzaffer bir imparatorluğa ait devasa bir orduyla karşılaşıp önemli kayıplar olmadan hayatta kalması basit bir başarı değildir. (440)

19. En Büyük Fetih

  • Öte yandan Hz. Peygamber, Hâtib’ın ölüm cezasına çarptırılması konusunda Ömer’le aynı görüşü benimseseydi herkese Muhammed’in içerdeki kamplaşmasının yeterince sıkı olmadığı ve bu yüzden kendi ashabını öldürdüğü yönünde bir mesaj vermiş olurdu. Hz. Peygamber’in liderlik prensiplerinden birisi de Müslüman kampında zayıflık ve dağılmışlık emarelerinin belirmesine izin vermemesiydi. Bu nedenle de Hâtib’ın yaptığından çok daha çirkin işlere bulaşan kimseleri özellikle de münafıkların başı; Abdullah b. Übey b. Selül’ü bağışlamıştı. O zaman İbn Selül’ün yaptıkları hakkında, “Insanlar Muhammed kendi ashabının kanına giriyor’ demesinler.” şeklindeki sözlerini serdetmişti. Bu siyasi tavır, sağlıklı bir toplum inşasında hayranlık uyandıran bir başarı sağlamıştı. Söz konusu toplum, korkulara ve intikam duygulanına karşı savaş vermek yerine doğal seyri içerisinde kendini savunuyor, farklı düşünenleri kılıcın boyunduruğu altına almayıp aksine özgür toplumu kendi istikametinin koruyucusu hâline getiriyordu. Bu tutum, ihlalleri ve sapmaları önleyen bir yöntem değildir ancak bunların devam etmesine engel olan hatta ıslah edip düzelten, dahası bir barış ve toplumsal diyalog atmosferinde toplumun bu gibi davranışlara karşı direncini artıran, böylece doğruları ortaya çıkanp ihlalleri uzaklaştıran, insanların canlarını ve mallarını esirgeyen bir yoldur. (451)
  • Arap yanmadasında kendisine ait sorunlann geneli ilgilendiren bir problem olarak görüldüğü tek şehir Mekke’ydi. … Hz. Peygamber, o ana kadar Müslüman olmuş olanlanın çoğunu kendi komutasındaki bir ordu bünyesinde bir araya getirmekle “tek ümmet kavramını ön plana çıkarmaktaydı. (455)
  • Bir taraftan kendilerini Hz. Peygamber’den emân dilemeye iten şiddetli bir korku içindeyken diğer taraftan Hz. Peygamber’i zayıflık içerisinde bulma fırsatı hayallerini süslüyordu. (457)
  • Rivayet edildiğine göre Mekke’ye yaklaştığında “Dört kişiye şirki (müşrikliği) yakıştıramam. Onlar Attab b. Esid, Cübeyr b. Mut’im, Hakim b. Hizâm ve Süheyl b. Amr’dır.” buyurmuştu. Hiç şüphesiz Mekke’nin kapılarına varmışken bu tarz bir açıklamanın yapılması siyasi bir amaca hizmet ediyordu; itidalli bir tavır sergileyen liderleri destekliyor ve yeni gerçekliğin kabulü yönündeki bu tutumlarını sürdürmeye teşvik ediyordu. (458)
  • Ebu Sufyan daha önceden bunların hepsinden emin olmuşsa muzaffer Muhammed’e karşı tutumu nasıl olurdu? Ya da soy ağacındaki dördüncü dedesinde kendisiyle buluştuğu akrabası ve damadı Muhammed’e karşı nasıl bir tutum izlerdi? … Abbas, Abbasi Devleti’nin meşruiyet sembolüdür ve kendilerini ona nispet ederler.(465)
  • Aslında bu detaylar konunun özüne ilişkin bir katkı sunmuyor sadece bizi ana temadan uzaklaştıran dramatik ve propagandist bir atmosfer katıyor. (465)
  • Hz. Peygamber, ashabına ‘İkrime b. Ebû Cehil, mümin ve muhacir olarak yanınıza gelecek. Sakın ola babasına sövmeyesiniz! Zira ölüye sövülmesi geride kalanlara cefa verir, üstelik bu sövgü ölene de ulaşmaz (Ravi) (474)

20. İyilik Gelecekte Bekliyor

  • Çoğumuz epistemik bir kriz yaşıyoruz. Yöntem olarak geçmişte olanı benimsiyor ve güzel buluyoruz, pratikteyse şimdiyi yaşıyor ve sevimsiz buluyoruz. Sonra geleceğe uzanıyor ve onu ürpertici görüyoruz. Bu denklem, hayalperest veya ne yapacağını bilmeyen nesillerden başka bir şey üretmiyor. Bu kitapta Hz. Peygamber’in biyografisinin politik ve stratejik yönlerine odaklanmaya çalıştık. Ancak o güzel geçmişte yaşamak veya eylem ve tutumları kutsamak için değil, aksine günümüz gerçekliği için yeni bir politik ve stratejik bilinç inşasında bize yardımcı olacak bir bilgi metodolojisi ve entegre sistem inşa etmek için bu noktaya odaklandık. Bu metodolojiyi inşa etmek için, nebevi politik eylemin ruhunu ve maksatlarını anlamalı, amaçlarına ve sonuçlanına dikkat kesilmeliyiz. Her sağlıklı yöntem için epistemolojik bir yetkinlik, yüce bir hedef ve uyumlu bir sistem gerekir ve bu kitapta ışık tutmaya çalıştığımız şey de tam olarak budur. Bahsettiğimiz metodolojinin özelliklerini resmetmeye başlamak için, öncelikle Hz. Peygamber’in bir lider olarak gerçekleştirdiği tasarrufların iktidar ve servet sahalarında insanlık bilincine sunduğu benzersiz manaları belirlemekle işe koyuluyoruz:
    1. Söz konusu manaların ilkini, Hz. Peygamber’e ait her eylemi stratejik ve politik açılardan şekillendiren gaye, yani insanı şirk, cehalet ve despotizmin bağlamından özgürleştirmek oluşturur. Mesajın temelini oluşturan tevhit, yüce yaratıcının dışındaki her türlü bağdan tam bir kurtuluşu ifade eder. Insan bilincinde bu tarzdan büyük bir genişlemeye yol açan, sahâbenin taşıdığı potansiyeli gün yüzüne çıkaran ve onları cahiliyenin durağanlığından İslam’ın aktivizmine taşıyan şey de tam olarak bu fikirdir.
    2. Bahsi geçen manaların ikincisi, nebevi yöntemin, iktidar ve servetle olan ilişkilerde izlenecek yönteme dair evrensel ve benzersiz bir tanım sunmuş olmasıdır. Siyasetin yaptığı tanıma göre iktidar, gücü en üst düzeye çıkarma, serveti kullanarak binlerini kontrol altında tutma ve tam bir üstünlük sağlama eğilimine sahiptir. Çünkü lider insanın taşkınlığı onu ilahlığın sınırına götürür ve kendini kendine yeter ve başkalarından müstağni görmeye başlar. Liderliğini koruma uğruna sarf ettiği gayretleriyle de başkalarının konumunu alçaltır, kişiliklerini yok sayar, onları boyun eğmiş köleler yahut itaatkâr destekçiler olarak görür. Nebevi yöntem bununla tam aksi yön deydi: iktidarı toplumun tamamına ait kılmıştı; insanların işleri aralarındaki şura ile yürütülürdü, kendi kişisel görüşü farklı olsa bile şuranın sonucu Hz. Peygamber’i de bağlardı. Dahası servet insanlann elindeydi, Hz. Peygamber insanların izni olmaksızın malları üzerinde tasarrufta bulunamazdı. Faizle savaşılması, zekât, mirasın taksimi, tekelcilikle ilgili hükümler gibi İslami düzenlemeler ekonomik ve sosyal tahakkümün yoğunlaşmasını engellemişti.
    3. Üçüncüsü, güç dengelerinin doğru bir şekilde değerlendirilmesi ve onlarla ilişki içerisine girilmesi, nebevi politik ve stratejik eylemde en önemli faktördü. Çünkü Hz. Peygamber, metodolojisinde ihtiras, arzu veya tepki verme üzerine kurulu bir düzenleme benimsememişti. Aksine dunumu değerlendirmede gerçekçi, plan yapmada işlevselliği önceleyen birsiydi. İşleri olduğu gibi görür, problemlerin özüne inerdi. İktidarının zirvesinde olan hiçbir düşmanla savaşmamıştı. Aksine ilk etapta düşmanını yavaş yavaş yormuş ve birtakım şeylerden alıkoymuş, güç dengeleri Müslümanlann lehine döndüğünde vakit kaybetmeden fırsatı değerlendirmişti. İster askeri ister politik olsun, attığı her adım doğru bir ölçek ve zamanlamaya uygun olarak gerçekleştirilmişti.
    4. Hz. Peygamber, çatışmaya alternatif olarak mücadele kavramını getirmişti. İkisi arasındaki fark, mücadelenin düşmanı yıkan veva varlığını ortadan kaldıran bir dönüşüm olmayıp aksine bir etkileşim, baskıya maruz bırakmak suretiyle ve düşmanı hayra ortak olacağı cihete yönlendirme şeklinde kendini göstermesidir. Çatışmaysa sıfır sonuçludur, bir taraf çatışmanın ya kazananı ya da kaybedeni olur. Mücadele ise olumludur, iki taraf da ondan kazançlı çıkar.
    5. Beşincisi, mutlak olanın nisbi olanla ilişkisi çağdaş İslâmi politik bilincin en fazla uykularını kaçıran şeylerden biridir. Hz Peygamber, bizim için bu soruna bir çözüm sağlamıştı, risåleti hedefler ve amaçlar düzeyinde hareketinin genel bir düzenle yicisi kılmış, daha sonra en uygun yol ve yöntemleri kullanarak zaman ile etkileşime girmişti.
    6. Nebevi yönteme gelince, gerçeklikle etkileşim içerisinde olmaktan tamamen sorumluydu. Gerçekliğe dair anlayışından, tahmininden, onunla uğraşından ve bunun sonuçlanından mesuldü. Bu nedenle görevlerini en üst düzeyde yerine getirebilmek için gerekli tüm yollara başvurmuş; ittifaklar kurmuş ordular hazırlamış, istihbarat ağlanı yaymış, tepkileri takip etmiş, elçiler göndermiş, şair ve hatiplerden oluşan yumuşak güç kullanmış, anayasa, yargı ve şura sistemleri kurmus ve tüm bunları planlama ve insan eyleminden oluşan entegre bir bağlamda gerçekleştirmişti. Alınan sonucun tatmin edici olmaması durumunda bundan dersler çıkarıp kusurlan gidermis, sendele menin yol açtığı yankılardan sıynlarak yoluna devam etmisti.
    7. Yedincisi, Hz. Peygamber’in insan ve plan arasında benzeri görülmemiş bir ilişki kurmuş olmasıdır. Her bireyi planın bir ortağı ve sahibi haline getirdi, bu bireyler kendi rollerinin önemine inanarak ve kişisel iman saikleriyle hareket ediyorlardı.
  • … mesela işyerinde, sokakta, laboratuvarda ve finansal ve eğitimsel ilişkilerimizde yenilikçiyizdir fakat bu esnada evlerimizde, camilerimizde ve sosyal yapımızda tarihi bir meşruiyete sahip olan nesilden nesle aktarılmış bilgi sistemlerimizi korumayı sürdürürüz. (487)
  • Bir durum dışında gelecekten korkmak için hiçbir neden yoktur. eğer geleceği reddeder ve kapılarımızı ona kapatırsak biz eski üzerinde çalışıp onu yeniden canlandırmaya çalışırken gelecek bizi aniden yakalar ve ona karşı koyamayız. Değişimden korkanlar, latif ve pak olan eski zamandan kalma kutsal bir miras taşıdığı düşüncesiyle geleneksel kavramları özümsemeye devam ederler. Onların düşüncesine göre sorun, bizzat zamanın kendisindedir. Bu perspektiften bakıldığında zamanı ve insanlarını suçlamak, gelecekten nefret etmek ve onun yüklenmiş olduğu yozlaşma hakkında karamsar davranmak kaçınılmazdır. Gelecekte en çok ihtiyaç duyacağımız şey, kendini durağanlık ve taklitle korumaya alan korkulu benlik değil, hayata anlam ve misyon kazandıran ahlaki ve varoluşsal gayelerden uzaklaşmadan insana istikrar ve gönül rahatlığı veren kendinden emin, dengeli benliktir. (488)
  • Kimlik, belirli bir medeniyete veya kültüre ait olmanın ifade ettiği anlama karşılık gelen sessiz ve sonlanmış bir varlık değildir. Kimlik her zaman mevcut durumla ve onun pratik gerekleriyle etki tepki ilişkisini sürdüren bir dönüşüm halidir. Zaman içinde yeniden düşünülmeye ve yeniden inşa edilmeye boyun eğer. Bu nedenle, kimliğe dönüşü kalkınmanın gereklerinden biri kabul eden söylem prensip olarak hatalıdır. … Kimliği değişmeyen kurucu söylemler olarak değil, büyüyen, gelişen ve olgunlaşan canlı bir varlık olarak görmeliyiz. … Statik bir kimlik söz konusu olmadıkça değişim, kimlikten vazgeçmek anlamına gelmez. Aksine değişim, kendisiyle olan etkileşimimize göre daha iyiye ya da daha kötüyedir. Değişimle uzlaşmak ya da kabul etmek zorunda değiliz, bunun yerine onu anlamak ve onunla etkileşime girmek zorundayız, böylece iyilik değerlerini destekler ve kötülük temayüllerini kontrol altında tutarız. (488)
  • Siyaset ve stratejiyle ilişkilerimize yönelik bir bilgi metodolojisi inşa etmeye çalışırken geleceğin taşadığı ve göz ardı etmememiz gereken birtakım yenilikler bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi, eşi görülmemiş bir sosyokültürel küreselleşmeye doğru gidiyor olmamızdır. Bu nedenle vizyon ve değerlerimizi de küresel olması için geliştirmemiz gerekmektedir. Bunu gerçekleştirmek içinse sağlam bir ahlaka ve yüce bir ortak değere sahip olan herkesle anlaşabilmeliyiz. (489) Son yirmi yıl, insan bilincinde eşi görülmemiş bir temel değişimin başlangıcı oldu. Bu değişim, insan bilincini ve deneyimini, kendine ait kuralları, sistemleri, felsefesi ve diyalektiği olan yeni bir dünya kuracak şekilde yeniden şekillendirecek dört tarihi eğilimde tezahür etti. Söz konusu eğilimleri şu şekilde ifade edebiliriz:
    1. Birincisi, insanın içinde bulunduğu mekanla ilişkisinde köklü bir değişikliğin gerçekleşmiş olmasıdır. İnternet ve ileti- şim araçları, bireyin bulunduğu yerle bağlantısı methumunu değiştirmiştir.
    2. İkincisi, bireyin iktidarla olan ilişkisinin-bu ister sosyal ister politik isterse de fonksiyonel bir iktidar olsun- yapısında temel bir değişikliğin gerçekleşmiş olmasıdır. Insan, tarihin başlangıcından bu yana, aile ve daha sonra ilk tarım toplumlarından üçüncü sanayi devrimine kadar geçen süreçte iktidan kullanırken hiyerarşik yapıyı da tanımıştır. Ailevi, kabilesel, toplumsal siyasal ve hatta idari ilişkilerin şekli aynı hiyerarşik yaklaşıma tabi olmuş, böylece bireyin konurnu hiyerarşi piramidinde yükseldikçe iktidarı da artmış, piramitteki statüsü alçaldığında iktidarı da azalmıştır. Bu hiyerarşi, güç ve nüfuz için kalıcı bir rekabet oluşturmuş, bireyin çevredeki konumunu inşa etmiş ve onu iktidar piramidindeki yerine göre aşılmaması gereken sınırlar ve geleneklerle bağlamıştır. Ağlar ve yatay iletişim dünyasıyla birlikte, bireyin hiyerarşik iktidar ile ilişkisi değişmeye başladı, coğrafyaya yayılan interaktif ağdaki konumu, ona hiyerarşinin katılığından ağın genişliğine çıkma fırsatı verip, önünde mesleki rütbesi, kabilesel mensubiyeti, sosyal statüsü hatta mali serveti tarafından belirlenmeyen yeni ufuklar açtı. Bu durum, sistemin egemenliğine karşı bireyin egemenliğini artıracak ve politik, sosyal ve ekonomik özgürlük araçlarına her zamankinden daha fazla sahip olmasını sağlayacaktır.
    3. Üçüncüsü, insan bilincini nicelik ve nitelik açısından değiştiren, çeşitli faktörler tarafından gerçekleştirilen bir bilgi devrimidir. Sözü edilen faktörler, daha önce görülmemiş bir bilgi bolluğu ve onu analiz etmek için üstün ve hızlı yetenekler, doğal ve beşeri bilimlerin birbirine bağımlılığı ve birbirine geçmesi, kesinlikten ziyade olasılıklan kabul eden bilgi yaklaşımlarına doğru materyalist pozitivizmden kademeli olarak uzaklaşılması, astronomik biçimde artan yapay zeka, bilginin demokratikleşmesi ve halk arasında popüler hale gelmesi, farklı disiplinlerin kombinasyonu, bilimsel araştırmalara halk katkılan bütün bunlar insani gelişme için eşi görülmemiş kapılar açacak ve yeni ilgi alanları, öncelikler ve sistemler inşa edecek ve insan, daha önce hiç olmadığı kadar entelektüel ve epistemolojik özgürlüğe sahip olacaktır.
    4. Dördüncüsü, kişilerin eşya ile kaynaşmasıdır.
  • Şu anda yüzümüzü yeni bir şeye dönmüş bulunuyoruz ve bu yeni’nin özellikleri henüz tamamlanmadı, belki hiçbir zaman da tamam olmayacak, çünkü o akıcı ve dinamiktir. Eskiyi ise iyi biliriz, onu tarih kitaplarına okuyup bellemişizdir, şiirini, edebiyatını, nesrini ezberlemişizdir. Söylemlerini, meydan okumalarını ve polemiklerini yazılı tarihten bugüne araştırmışızdır. Yeniye gelince ona dair ne bir farkındalığımız ne de anlayışımız vardır. Bu nedenle odak noktamız gayeler ve değerler olmalı ve gerçekliğimizi bu akıcı yeni ile başa çıkacak ahlak sistemleriyle beslememiz gerekmektedir. (491)
  • Bizi güvenli değişime götürecek bir bilinç oluşturmak için öncelikle gelecek hakkında sağlıklı fikir yürütebilmemizin hazırlığı içerisine girmenin gerektirdiği koşullanı sağlamamız gerekir. Bu koşullardan söz edecek olursak;
    1. İlk olarak, tarihle olan ilişkimizi iyileştirmeliyiz. Tarih bilinci güzel, faydalı ve gereklidir ancak onun rolünü anlamadığımızda veya gelecekte tarihin içerisinde yaşayabileceğimize inandığımızda bu bilinç tehlikeli bir hal alır. Tarih geçmişin dünyasına aittir, geri yüklenemez, yüce değerleri yararlıdır ve dersleri önemlidir. Ancak gerçekliğe ve geleceğe dair anlayışımızı tarihsel mekanizmalara veya geçmişte; raşit halifeler döneminde yahut Emevi, Abbasi, Osmanlı ya da başka herhangi bir zamanda ortaya çıkan modellere dayanarak inşa edersek tarihin ve geleceğin hakkını yemiş ve gelecek nesilleri tahrip etmiş oluruz.
    2. İkinci nokta, kendimizi mutlak yargı zihniyetinden kurtarmamız gerekir, beyaz ve siyah, iman ve küfür, günahkarlık ve ahlaksızlık, takva ve erdemlilik, bugünlerde insanlara cömertçe yaptığımız yakıştırmalardır. Gerçeklik zordur ve gelecek anlaşılmazdır. Hepimiz anlamaya çalışıyoruz, bazen doğru bazen hatalı anlıyoruz. En iyi seçeneğin tam olarak nerede olduğunu bilmiyoruz, beyazın tam olarak nerede olduğunu bilmiyoruz ve siyahın gerçekten gördüğümüz gibi siyah olup olmadığını veya görünümde olmayan bazı renklere sahip olup olmadığını bilmiyoruz. Bu nedenle, çoğunluğun görüşüne katılmama hak ve özgürlüğüne sahip olmalıyız ve çoğunluğa da bizim görüşümüze katılmama konusunda yetki tanımalıyız. Bu, önemli bir konudur. Söz konusu kararsızlık durumlarında çözümün nereden geleceğini bilemezsiniz. Her fikir gelecek için yeni bir tez sunabilir. Fikir hatalı olsa bile herkes düşünmeye, konuşmaya ve tartışmaya davet edilir, çünkü bu bizi daha iyi fikirlerin üretimine sevk eden bir argüman ortaya çıkarır.
    3. Üçüncü nokta, değerlerimiz konusunda ortağımız olan “öteki ile anlaşmamızın gerekli olmasıdır. Uluslar ve halklar arasındaki ayrımlar artık eskisi gibi değildir, dünya eşi görülmemiş bir şekilde iletişim kurmakta, mesafeler ve zamanlar daralmaktadır. Gelecek bizim tekelimizde olan ya da gönlümüzce tasarladığımız, planladığımız ve uyguladığımız özel alarımız değildir. Aksine, tüm insanlar tarafından inşa edilen tek bir insan geleceğidir ve onun inşasında bizim de büyük bir rolümüz vardir. Adalet, özgürlük ve çoğulculuk değerleri sadece Müslümanların zihinlerini işgal eden şeyler değil, ortak bir endişedir. Bu konuda kendimize her yerde müttefikler buluruz, bu nedenle gelin ittifaklarımızı ortak insani değerler temelinde yeniden inşa edelim! Bu takdirde Hz. Peygamber’in tüm insanlığa mesajının gerçekten hakkını vermiş, güzel ahlakın gereklerini yerine getirmiş ve yeryüzündeki bozgunculukla mücadele etmiş oluruz
    4. Dördüncü olarak, görüldüğü üzere başta Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in sünneti olmak üzere kaynaklarımız, asıllarımız ve metinlerimizle, onlan çağdaş etkileşimin ve mevcut bilincin sahasına geri döndürecek ve bu sayede tarihteki durağan, sabit asıllar olmaktan kurtarıp dinamizmini geri kazanacak şekilde anlaşmaya da ihtiyacımız var. Bugün insanlık yeni bir gelecek arayışında ve biz metinlerimizin içerisinde büyük bir değerler binkimine ve bilgi metodolojisine sahibiz, fakat bunlan araştırmayı geleneksel yöntemlere göre yürütülen dar bir uzmanlık çerçevesiyle kısıtlamışız. Bugün dünya değişti ve zengin bir araç, yöntem ve müfredata sahip oldu. Tüm bunlan metinlerimizi anlamak için kullanmalıyız, aksi takdirde insanlık için hidayet vesilesi olmalarını nasıl ümit edebiliriz? Eğer akıl yürütme ve düşünme, farklı disiplinlerin, yöntemlerin ve bakış açılarının kolektif katılımıyla olmazsa iktisatçı, siyasetçi, gök bilimci, biyolog, eğitimci vs. Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in siretinin rehberliğinden nasıl istifade eder.

Yorum bırakın